Sor(ma)

“Sabret, senin sabrın ancak Allah’ın yardımıyladır. Sakın onlara üzülme ve kurdukları tuzaklardan da endişe etme. Allah şüphesiz muttakiler ve muhsinlerle beraberdir.” (Nahl; 127-128)
“Bağlama dediğin üç tel bir tahta
Ne şaha boyun eğmiş ne taca, tahta
Tüm dertleri özetlemiş bir ah’ta”
(Ali Akbaş)
Salı
Nasıl Bir Şehir?
“Zamanı unuttum. Ben başka yerdeyim.
Çok hüzünlü bir şehrin içinden geçiyorum
Hüznümü onunla değişiyorum.
Gömleğim eskimiş. İçim eskimiş.
Şimdi buradan, denize atlayıp yüzmeliyim.
Senelerce asırlarca yüzmek…
Bilmiyorum, yalnızlık kaç kulaç!
Denizi bulamıyorum, kendimi bulamıyorum
Daima başladığım yerdeyim.
Allah’ım, bana bende yer aç!”
(Serhat Demirel)
Geçit vermeyen yollar, birbirinin üzerine yürüyen arabalar ve insanın üstüne üstüne gelen yüksek yüksek binalar. Kısacası merhametini kaybetmiş bir şehir. Yaşadığınız şehirlere şöyle bir baktığınızda içinizde biriken duygunun tortusu böyledir. Yürümek istersiniz yürüyemezsiniz, ufka bakmak istersiniz ufku göremezsiniz. Sanki birisi gökyüzünü üzerinizden almış da gökyüzünden mahrum kalmışsınız. O kadar hızlanmış ki sanki bir an dursanız her şeyden mahrum kalacaksınız, her şeyin dışında kalacaksınız. Hele bir de engeliniz ya da çocuklu bir anneyseniz o zaman şehir size hiç gün yüzü göstermeyecektir.
Bazen kendi kendime diyorum ki bir yönetici yaşadığı şehri, beldeyi yalınkat görmeli, belki bu olmayacak bir şey ya olursa neler olur düşünemiyorum bile. Yanına sosyal medya ekibini, kameraları ve kalabalıkları almadan bir başına… Mesela bir tekerlekli sandalye ile bir gün geçirse. Kaldırımlara park edilmiş arabaları, durakların yaya yolunda tekerlekli sandalyelere geçiş alanı bırakmayacak kadar genişliğini, şehir içi ulaşımdaki zorlukları yerinde yakından görse. Ya da bir annenin bebek arabası ile çilesini… Şimdi diyeceksiniz ki bu sadece bir yöneticinin meselesi mi? Elbette hayır. Otobüste engellilere, hamilelere, yaşlı vb. yer ayırmak onların görevi ama bunu uygulamak halkın bilinci.
Yani bütün bunlar için bir seferberlik lazım. Ama bunu yöneticilerin görmesi, yakinen müşahede etmesi gerekir. Metro asansörüne binemeyip merdivenlerden aşağı çocuk arabasını indirmek zorunda kalıp, güvenliğe serzenişte bulunduğunda, güvenliğin “şikâyet edin hanımefendi, bizim yapacak bir şeyimiz yok” cevabından sonraki çaresizliği hissetmesi lazım ki belki bir şeyler yoluna girer. Polis ceza kesecek, kanunlar ve müeyyidelerle bir düzen oluşturulacak elbette. Halkı bilinçlendirici çalışmalar yapılmalı… Görme engelli vatandaşlar için sarı tasları döşemek önemli, otobüse engelli rampası koymak önemli ama bu bilinci olusturmak hepsinden kıymetli. Bir şehri güzel yapan, yaşanabilir yapan şey; bir şehirdeki her bireyin her şeye en kolay ve en ucuz şekilde erişimidir. Şehirler hepimizin, yaşamı kolaylaştırmak lazım.
Çarşamba
Ucuz ölümlerin ülkesi
“Merdivenden düştü, sigortası yapılana kadar bekletildi, hayatını kaybetti! Ankara’da tatlı imalathanesinde çalışırken 4 metrelik merdivenden baklava arabasıyla düşüp ağır yaralanan ve sigorta girişi yapıldıktan sonra hastaneye kaldırıldığı iddia edilen 26 yaşındaki İsmail Can Seçkin, yoğun bakıma kaldırıldıktan 22 gün sonra hayatını kaybetti.” Haber böyle. Bundan sonrasını insan okuyamıyor ki zaten. “Mesleki Eğitim Merkezi kapsamında çalışırken öldü…” 15 yaşında, 16 yaşında, 17 yaşında… Hepsi insanın dilinde iğreti duruyor. Bu kadar kolay ve ucuz bir yaşamı insanına reva gören bir sistemi sorgulayamamak hepsinden daha kötü. Ne olacak, kanunen yapılmasında hiçbir engeli olmayan basit işleri bile yapmayan memurlar vb. diğer tarafta en basit iş için bile adam arayan fakir, beli burku kırılmış vatandaşlar.
Her şey o kadar tozpembe olmalı ki AKP’ye yanaşmakta insanların yarışı göz kamaştırıyor. Bir ilkesizlik var ortada kesin. Hadi Anayasa konuşalım. Nasıl olsa garibanlar ölmeye, tekerini döndürenler zaten döndürmeye devam ediyor. Sizin neyiniz eksik, değil mi? Hem nasıl olsa uygulamayacaksak yenisini yapmakta ayrı bir fantezi olmalı. Ha daha yeni değiştirilmedi mi? Yoksa şartlar değiştikçe Anayasa değiştirmek moda mı oldu? Bu anayasanın ilk halini çıkartsak herhâlde estetikten kendini bile tanıyamayacak hale gelen güzellik uğruna fıtratındaki o tabiiliği kaybetmiş estetik kurbanlarının halini görürüz,
Estetiğini kaybetmiş bir sosyal hayatı görmemek için, bu kadar yoksulluğa, işsizliğe, çaresizliğe, ucuz ölümlere bigâne kalmak için elbette güncel yanılgılara düşmek kolaydır. Zor olan ise bu bozuk sistemin halen daha bozuk olduğunu görüp bunu düzeltmek için canla başla çalışmaktır. Adaletten, merhametten ve şefkatten yoksun bu sistemin sadece bir avuç insanın konforunu sağladığını görememektir. Kaşık ile verip kepçe ile geri alan bu sistemde kim mutlu bir bakın bakalım, kim? Zonguldak’ta bir Afgan işçiyi diri diri yakıp yanında demlenen cani ruh kimin ruhudur? Bu kötülükleri, bu kötülüklerin kaynağını görememek ayrı bir şey, görüp de görmemezlikten gelmek ayrı bir şey… Zannetmeyin ki görmezden geldiğimizde hiç birisi ortadan kalkmıyor. Bizim derdimiz, insanini öğüten, refahı sadece belli bir zümreye ihdas eden bu bozuk düzendir. Bu kadar insanını değersizleştiren anlayıştır. Unuttuğumuzda bunları, insanlığımızdan da geriye bir şey kalmıyor. Güttüğümüz dava da hiçbir şeye deva olmuyor.
Perşembe
İsmet Özel, “Masal yakılmalı ve gerçek egemen olmalı” der. Masal eğer gerçeğin yerini almışsa bu bir felaket habercisidir. Yozlaşmanın, çürümenin ayak seslerini taşır. Soru sormayı bırakmış her nesil çürümenin, yozlaşmanın bir nevi müsebbibidir. Böylesi bir vazifeden kaçış, nasıl bir hayat yaşandığının tespitinden uzaklaşmayı, meselelere yaklaşımda vukufiyetin kaybolmasını da beraberinde getirir. Bu nedenle şartların değişkenliği ile insanların üretkenliği, anlayışı ve meselelere yaklaşımı da farklı olacaktır. Onun için her dönem için aynı araç amaçlara gitmek hususunda doğru netice vermeyebilir. Çünkü insanların karşı karşıya kaldıkları sorunlar ve bu sorunlara verdikleri cevaplar, ürettikleri çözümler farklılık arz edebilir. Onun için doğal akışında akmayan her şey gerçeklikten ve bağlamından kopar. Bağlamından kopan her düşünce de önce kendini yok etmeye başlar.
Kavramlar laçkalaşır, ihtiyaçlara cevap veremez hale gelir hatta bazen sadece takıntı haline bile getirilebilir. İnsanlar, içinde yaşanılan şartlar nedir, bunun gereklilikleri ve bu şartlarda kendi olarak var olabilmenin imkân ve koşulları nelerdir, bunlara bakarak kendi dönemini okuyabilir. Neden önemli bu okuyabilme bilme meselesi? Çünkü kendi zamanını okuyamayan insanlar bugünün problemlerini çözmekte nakıs kaldıkları gibi geleceğe de sağlıklı bir aktarım yapamazlar. Yolda gerçekleşecek bu kırılmalar geleceğin eksik ve yanlış bir zemine taşınmasına neden olacaktır. Burada amaç ile araç eğer birbirinin yerine geçmişse büyük bir yanılgı hakikatin yerini alır. Haliyle hiçbir adim atılamaz.
Öncelikle amaç ile araç arasındaki fark birbirinden ayrılarak neyin ne olduğu hatırlanmalı ve en başından her şeyi doğru bir zemine oturtmak gerekir. Onun için belki de araç yenilenmesi gerekiyorsa o yenilenir. Araç neydi ne için vardı sorgusu yapılmadığında aracın kölesi bile olunabilir. Bu nedenle her neslin “hangi şartlar altında yaşıyoruz?” sorusunu sorması aracın ne olduğu amacın ne olduğu ayrımını ve bizim bu şartlarda ne yapacağımızın tespitini ve adımlarını da belirleyecektir. Bu bakımdan süreçlerin neler getirdiği kadar neleri götürdüğünü de tahlil etmek gerekiyor. Ezber yaşantıların, zihinlerinde sadece ezber pratikleri vardır. Bu çoğunlukla gerçeklikle çatışır. Bu nedenle yarına bir şey aktarılacaksa hepsi bugünün nasıl olduğu ile alakalıdır. Velinin dediği gibi “amaç” hep hatırlanacak ve hatırlatılacak, “araç” ise yenilenecektir. Hoşça bakın zatınıza…
 

Yorum yapın