“Açma pencereni perdeleri çek;
Mona Roza seni görmemeliyim.
Bir bakışın ölmem için yetecek,
Anla Mona Roza, ben bir deliyim,
Açma pencereni perdeleri çek.”
“Monna Rosa” şiiri o kadar meşhur olur ki,
Mülkiye talebeleri bir Kıbrıs gezisi düzenlerler,
Kıbrıs’ta bir okulu ziyaret ederler, müdür; “Sezai Karakoç sizinle beraber mi?” diye sorunca herkes şaşırır.
”Sezai gelmedi ama âşık olduğu kız burada!” derler.
Müdüre, Sezai Karakoç’u nereden tanıdığını sorduklarında,
“Büyük Doğu dergisindeki yazılarından ve şiirlerinden tanıyorum” der.
Henüz 19-20 yaşında bir genç olan şairin şöhreti ülke dışına taşmıştır.
“Monna Rosa” şiirini Sezai Karakoç’tan bir arkadaşı ister, Hisar dergisine gönderir.
Şiir büyük bir ilgi görür.
O kadar ki, o tür şiirleri yazmak moda olur.
Üstad Karakoç, İkinci bir şiir yazar, birincisine “Monna Rosa I /Aşk ve Çileler”,
İkincisine “Monna Rosa II /Ölüm ve Çerçeveler” adını verir.
Birincisi bir gencin ağzından yazılmıştır.
İkincisi o gencin ölümünü anlatıyordur.
Üçüncü şiirini bu kez kızın dilinden yazar.
Adını da “Monna Rosa III/ Pişmanlık ve Çileler” koyar.
Daha sonra, tam yılbaşı gecesi, yani 1952’yi 1953’e bağlayan gece, yeni bir şiir daha yazar, adını da: “Ve Monna Rosa” koyar.
“Ve Monna Rosa’, şairin dilinden bir rüyadan uyanışını anlatışı gibidir. Rüya, üç bölümlü Monna Rosa şiiri ile anlatılmıştır. Genç ölüyor, sonra kız ölüyor. Fakat ‘Ve Monna Rosa’da’ anlıyoruz ki, bütün bunlar şairin hayalince cereyan eden olaylardır. Sanki bir rüyada olup bitmiştir. Ama ister istemez şunu soruyor insan kendi kendine: Ve Monna Rosa şiiri de yeni bir rüya olmasın? Tabii ki şiir, gerçeküstücü imajlarla, rüya içinde rüya biçiminde gelişir.”
Kendisi böyle anlatır “Monna Rosa”yı.
Şiirin kitap olarak yayınlanmasına ilişkin şu ifadeleri serdeder:
“Monna Rosa’nın, her şiir gibi bir doğuşu vardır. Ama şiire bakıp birtakım senaryolar uydurulduğu söyleniyor ki, bunların çoğu asıl ve esastan mahrumdur şüphesiz. Şiire bakıp tümünü hayatın bir fotoğrafı gibi düşünmek, şiiri hiç anlamamak demektir.”
Lakin şiirin ilk bölümü olan “Aşk ve Çileler”deki akrostiş, “Muazzez Akkaya” aslında önemli bir fotoğraftır.
Nitekim Sezai Bey, sevdiğinin ismi “Muazzez”i, ablasının kızına da vermiştir.
O günkü buluşmamızda Muazzez Akkaya’ya beklenen soruyu nihayet sordum:
“Neden bu aşkın Leyla’sı olmadınız?”
Gayet samimi, “Çok üzüldüm evlenip çoluk çocuğa karışmamasına.
Fakat bizim aramızda görüş farklılığı vardı,
O sağcıydı, bense solcu.
Bir de o, benden üç yaş küçüktü,
Şimdi önemli değil ama
Bizim zamanımızda erkekler hanımlardan büyük olurdu,
Babam annemden büyüktü, çevremdekiler de öyle.
Fakat en önemlisi düşünce farklılığı.
Savaştan çıkmıştık,
Cumhuriyetimizle gururluyduk,
Kadınlara pek çok haklar verilmişti.”
Muazzez Hanım’ın aktardığı diğer bir anekdot ile soğuk kış gününde iyice hüzne gark olmuştuk;
“Vefatından bir ay önce parkta yürüyüş yapıyorum, saçı sakalı bembeyaz bir adam bana uzun uzun baktı. Sakal bırakmış tanıyamadım,
yaklaşık bir ay sonra televizyonlar “Sezai Karakoç öldü” dediler, baktım bir ay önce bana dikkatli bakan adamın fotoğrafı… Keşke konuşsaydı bir kafede oturup kahve içerdik.”
Gözlerime yaşlar doluyor,
Kara topraklarda yatan üstad Sezai Karakoç’u anımsıyorum,
Kavuşamadığı sevdasına yüreğim sızlıyor.
Muazzez Hanım’a kırgın geçen yıllarımdan sonra,
Kalkarken içimden, “Çok özel bir kadın” diyorum,
Belki bu aşkın Leyla’sı olmayı reddetti,
Fakat büyük şairin beşeri aşktan ilâhî aşka yükselmesinin başlangıç noktası oldu.
Bu vesileyle Muazzez Akkaya Hanım’a sağlık ve mutluluk temenni ederken, büyük İslâm şairi ve mütefekkiri üstad Sezai Karakoç’a Rabbimizden rahmet ve mağfiret diliyorum…
Not: Değerli yazar Emine Öte Hanım’ın, “Mahrem Şiir, Monna Rosa” kitabını okuyucularıma tavsiye ediyor, bu kıymetli çalışmasından dolayı kendilerini içtenlikle kutluyorum…